Ekümenopolis - İmre Azem (2011)
Şu an dünya nüfusunun %54'ü şehirde, geri kalanı kırsalda yaşıyor. Bu oran 2007'de neredeyse eşitlenmişti. Şehirli nüfus gittikçe artıyor. Bu eğilimin belirtilerini 70'lerden beri görmek mümkün. Gittikçe artan şehirli nüfusu haliyle şehirlerin farklı açılardan ele alınmasını gerektiriyor. Bu terimlerden ilk akla geleni hepimizin bildiği megapol (megaşehir, megakent). İstanbul için de sıklıkla kullanılan bu terim, 10 milyonun üzerinde nüfusa sahip şehirleri tanımlıyor. Megalopol ise metropollerin gerek ekonomik anlamda, gerek ulaşım anlamında, gerek kültür anlamında birbirlerine bağlanmasıyla oluşan bölgesel birleşik şehir benzeri bir anlam taşıyor. Megalopolün en klasik örneği ABD'deki Boston, DC, New York, Philedelphia ve Baltimore şehirlerinden oluşan, yaklaşık 50 milyon insanın yaşadığı hat. Yunan şehir plancısı Doxiadis bu fikri daha da ileri götürerek Yunanca dünya (ekümen) ve şehir (polis) kelimelerinin birleşimi olan ekümenopolis (dünyaşehir) kavramını ortaya atmış. Günümüzdeki kentleşme ve nüfus artışı hızı göz önüne alındığında dünyadaki bütün kentleşmiş alanların ve megapollerin kuşaklar halinde birbirleriyle birleşeceği ve tek bir şehir haline geleceği fikrini ifade ediyor. İstanbul ve çevresindeki şehirlere etkisini düşününce bölgede yavaş yavaş ABD'deki Boston-Washington hattına benzer bir megalopol oluşmaya başladığını görüyoruz. İstanbul geliştikçe Kocaeli gelişiyor, Sakarya gelişiyor, Tekirdağ gelişiyor. Aynı zamanda çevre şehirler İstanbul ile ve birbirleriyle bağlantı kuruyor. Yavaş yavaş bütün Marmara bölgesinin en azından kuzeyinin İstanbul ile ifade edileceği bir yere yaklaşıyoruz gibi. Belki denizin güneyine de Bursa deriz.
Belgeselden bazı dikkatimi çeken bazı noktalar (hepsini tırnak içine almıyorum ama büyük kısmı direkt alıntı):
OECD ülkelerinde denenen ancak dezavantajlarının görülmesinden dolayı vazgeçilen toplu konut kültürü ülkemizde TOKİ eliyle yayıldı. Hatta iyi bir şeymiş gibi lanse edildi. Aslına bakarsanız, biz gelişme yarışında geri kalmış bir ülkeyiz. Bu bazen iyi, bazen kötü olabilir. Bazı aşamaları hiç yaşamadan atlatabilirdik. Diğer ülkelerde yaşananlardan kendimiz adına ders çıkartabilirdik. Ama hiçbir yönetimin amacı bu olmadı. Sağ iktidarlar hep rantı düşündü, kısa vadede somut bir şeyler yapalım derdindelerdi. Kentler bu neoliberal saikle halen daha tüketim mabedi haline getirilmeye çalışılıyor, bu dönüşüm için emekçiler ve fabrikaları şehir dışına sürülüyor. İstanbul'un en kalabalık ilçesinin Esenyurt olması size garip geliyor mu? İstanbul deyince akla ilk gelen yer belki de Beşiktaş'tır. Nüfusu 181 bin. Üretimin yoğun olduğu Esenyurt-Küçükçekmece-Avcılar üçgeninde ise şehrin 10'da biri yaşıyor. Kent merkezleri ışıl ışıl parlıyor ve insanları tüketime davet ediyor. Bir şeyin bedelini sizin ödemiyor olmanız kimsenin ödemediği anlamına gelmez. Alt sınıf bu göz kamaştırıcı değişimin bedelini ödedi, ödüyor. Giderek derinleşen sınıf ayrımı aynı zamanda mekansal tecrit olarak da kendini göstermeye başladı. Zengini ile yoksulu bir arada yaşamıyor artık. Birbirine yabancılaştı bu sınıflar.
Bir yapı yapmak zahmetli iştir. Yapı ve kullanacak insanlar göze alınarak tasarlanır, çevreye etkisi düşünülür, trafiğe etkisi irdelenir... Ancak sistemin motivasyonu para kazanmak olduğu için 4 katlı olması gereken binalar siyasi kanattan gelen müdahaleler ile 10 kata çıkartılabiliyor. Bunu yapan, buna alet olan herkes bu şehre "ihanet etmiştir". Şehrin altyapısı kaldırmıyor. Bu kadar nüfusu kaldıramıyor. Mümkün de değil zaten. Metrobüsün muhteşem olduğunu düşünüyoruz. Aslında olması gerekenin çok daha azı. Kendine ait şeridi olan otobüs. Yere göğe sığdıramadığımız şey bu. Ulaşım, toplu taşıma gibi günlük hayatı etkileyen şeyleri geçin, su bile zor temin ediliyor. İstanbul, İstanbul dışından su kaynakları ile beslenmeye çalışılıyor artık. Yerelleşmenin teşvik edilmesi gerek acilen. Ancak bu da bir noktada ülkenin ekonomik ağırlık merkezinin batıda olduğunu, merkezi yönetimin bunu dağıtamadığını kabul etmesi anlamına geliyor. Şapkayı önüne koyup düşünen birileri çıkmadıkça zor.
Filmin yönetmeni Altyazı dergisi 117. sayıda yayınlanan söyleşide kent hakkındaki planlar ve demokrasi hakkında çok güzel bir örnek vermiş: "Bizim demokrasi anlayışımız çarpık. Eğer halkın %99'u benim evimin yıkılmasını isterse benim evim yıkılır. Hak temelli olmayan demokrasilerde bu böyledir. Oysa insan haklarını ihlal eden şeyler ne kadar desteklenirse desteklensin yapılmamalıdır" diyor ve kente dair kararlarda da çoğunluğun fikrinden ziyade hakların esas alınması gerektiğini belirtiyor.
Şu ara Haydarpaşa Garı'nın ihalesi ile ilgili tartışmalar dönüyor. Neoliberal ittifak İstanbul'a deyim yerindeyse topyekun saldırıyor, cihat ilan etmişler. Biz ise sadece bir kurumda (İBB) buna karşı durmayı hedefleyen yapıya sahibiz. Birlik olmadığımız sürece bu neoliberal saldırıya karşı durmamız mümkün değil. Yarın dördüncü köprü yapılır. Şehrin ortasını kaza kaza kanal yaparlar. Neoliberalizmin saldırısı planlı, safları sık. Bizimki de öyle olmalı ki karşı durabilelim.
Not: Filmin sponsoru yok. Kitlesel fonla çekilmiş. Bu Türkiye'de neredeyse hiç rastlamadığımız bir şey. Yönetmen sonda veya başta bir logo görünürse "birinin ajandasına göre hareket ediyorlar" sanılabilir diye böyle bir işe girişmiş. Çok da iyi etmiş.
October 23rd, 2019